Sakin, doğanın kendine dönüşümünün en bariz hissedildiği, bahar ılıklığının usul usul yanaklarımızı okşadığı bir mevsimdi. Güneş evrene küsmüş daha az yüzünü gösterirken, caddeler kendi yoğunluklarından utanarak bakıyorlardı gel geç yolcularına. Kiminin nemliydi kirpikleri kaybettiği yaşanmışlıkları özleyerek. Kimilerininse, yaşamın tüm ağırlığından ve acımasızlığından bükülmüş bir boşluktaydı omuz hizaları.
Kendine verilen selamlar uzak bir diyarda yolculuğa çoktan başlamıştı yüreği hüzünlü sözcükleriyle Olimpos’ta. Herkes ve herşeyin buğulu başlangıçlara ihtiyaç duyduğu bir mevsim geçişiydi ya Nisan.
Ama Nisan inatçıydı. Direnerek bahçesini suluyordu yalnız yüreklerin sessiz bakışlarından. Gülümseyişlere ne kadar uzaktı sevinç bilinmez ama umut, hep o dar zaman aralığında kulaklara yitik melodisini fısıldıyordu arsızca. Böylece söylene söylene geldi geçti ufuk bakışlı gönüllerin uzak düşlerinden Nisan…
Bir kıyı kentinin kimliği vurmuştu yüreğinin yorgun bakışlarına tam da bu ayda, Nisan’da. Evde olmak ne güzeldi. Yuva kokusuna, Sentinus giderken arkasında bıraktığı duyguların kokusu karışmış olsada. Kimliğinin ve tarihinin izlerini taşıyordu duvarlar, pencere kenarları. Hayaller ve umutlar ertelenen yıllar gibi yakındı kendisine ve mitolojik çocukluğuna.
Kutlanacak, uzun yürünen engebeli yoldan sonra çıkılan düzlükte rahat bir nefes alınacak ne çok şey vardı bugün. Demeter’in her bahar kızına kavuşma sevinci gibiydi havadaki buluşma kokusu. Ve Hades yeraltına usulca çekercen sevgilisini, tüm bitkilerin, yaprakların sararıp dökülmesi gibiydi geçen zamanlardaki uzaklık.
Tüm yorgunluğunu, yoğunluğunu ve uykusuzluğunu terk edip hızla doğruldu. Zaman gidilesi, ömür yaşanılasıydı tekrarı olmayan bir kez geldiğimiz hayatta. Hoşgeldin hayat dedi gözleri Akropolis’in surlarına takılmış, hoşgeldin… Nisan kokusu karıştı hayallerine. Gülümsedi, hoşgeldin…
Fatoş Karakaya “Metanoya”nın devamı olan romandan…
Cemre önce karanlık sıcak gecelere sonra ışığa ve umuda düştü sessizce… Umut yosun kokusuna eşlik etti eskiyen ve pörsüyen acıtmaları akıntısına bırakarak med cezirin, büyük ve gizemli dalyanların sessizliğe çarpan nasırlı elleriyle.
O eller, işte o eller; mucize bekleyen, mucize yaratan, kendi akışındaki ahenge zamanın inanamayan. İnançlarının toplamını düşsel geçmiş hanesinin altından çıkartıp sağlama almaya yanaşmayan. Sabahı yeniden şekillendirip, geceye dolunayla eşlik eden o eller. Gizemin her küçük hamlesinde hayatı şekillendirip, umutsuzluğu odalara sabitleyen o eller.
Ve yaz geldi. Çiçekler, bahçesindeki tüm bitkiler serpilip, geliştiler. Kırlangıçlar kavisler çizerek yuvalarına döndüler neşeyle. Ve güneş öyle güzel gülümsedi, öyle güzel gülümsedi ki doğan güne; gün yaşam umudu buldu, tüm bilinen ve bilinmeyen elemlerin ışığa vurmuş belirsizliğinde.
Fatoş Karakaya “Umudun Düşleri” kitabından.
Öznesiz cümleler mi kurmalı her akşam üstü yada fiillerin içine saklamış özneleri alıp götürmeli mi başka akşam üstlerinin kızılımsı batışlarına…En unutulmuşluğunu zannettiğim anlarda tamamlıyor tümleçler duygularımı. Kalp atışlarımızın ritmikleşmesiyle mi başladı heyecanlarımızın azalması. O zaman hangi mesafeler koşutlandırabilir ki deli dolu akan bir ırmağın akıntısını.
Gölgemin sessizliğinde kimsesizleştim yine. Yine sokaklar yürüyen insanlara inat bomboştu. Biz, biz olamadık hiç benliğin arkasında ararken bizleri. Kiminde yeniden doğmuştuk, kiminde ölümcül tutkularla çıkmıştık yollara. Y o l l a r ı m ı z u z u n d u, günlerce gecelerce yürürdük bazılarında. Gecelerimizin günlere, günlerimizin gecelere karıştığı anlarda sesini özlerdik yitik sevgililerimizin, yitik s e v g i l e r i m i z i n.
Yani diyorum ki aslında, yalnızlıklar boyu gecelerin ötesinde vardık biz. Minik bir bebeğin gülümsemesinde, simitçi tezgahında, ağız dolusu gülmelerde bazen, bazense günlerce ağlayışlarımızda, duygularımızın en doruksal anlarında, bazen gizlendiğimiz içki kadehlerinin ardında, bazense tüm cesaretimizle b a ş k a l d ı r ı l a r da.
Acılarımızın doruğundan mı doğmuştu o dağ başlarındaki ateş kıvılcımları, umutlarımızın iyimserliğinden mi. Tüm b i l i n m e z l i k l e r i n bilenen yanlarıyla vardık biz. Ve yüreklerimiz, delicesine hasretken bahar mevsimlerine, kışları yaz ederdik kendimize.
Fatoş Karakaya “Ya Biterse Bahar” kitabından…
Suyun ışıltılarından mı gizli kırgınlıkların uykulu günbatımları.
Hangi kuş daha acımasız,
hangi ezgi daha az kırgın kendine ve kör sabahlara.
Yaralar Zap suyunun ışıltılarında yitirmişler kimsesizliklerinin en derin uçurumlarını…
“Git dedi, kendini çok sevdirmeden!” ve gittim.
Hani o güzel dalyanların küçük kızı gözlerinde.
Hani o sevenin sevilmeyen sevgisi. Hadi bana söyle,
Neredeydin bunca karanlık tünellerin kirpiklerinde yıllar boyunca. Yıllar yılları kovaladığında neredeydin.
Varlığımın sıcak esintisiyle mi üşüyordu gözbebeklerin
Kıvilcımların kızıl çilesiyle sönmedi ki zaten
ateş dağ başlarında
ve birde duman sesleri
karıştı toplumsal yabanlılığımıza.
Yalnızlık yeni bir bakış ve yakarıştı belki de yeryüzüne…
Fatoş Karakaya “Metanoya” romanından…